Sayfalar

29 Nisan 2014 Salı

Un petit maison de l'art nouveau à Istanbul Mühürdar...


İstanbul Mühürdar’da
   küçük bir Art Nouveau ev...
No:27



MÜHÜRDARLIK: (Türkçe Sözlük)
1. Bir büyük devlet adamının veya resmi bir dairenin mühürünü taşıyıp evrakı mühürlemek görevi, mühürdâr sıfat ve memuriyeti: Seraskerlik mühürdârlığı.

2. Eskiden hususî kâtiplik: Bazı vezirlere mühürdârlık etmişti.

Günümüzdeki karşılığı Özel Kalem Müdürlüğü’ne denk düşmektedir.

Osmanlı döneminde önemli şahsiyetlerin mührünü taşıyan kimselere “Mühürdar” denirmiş. Mühürdar semti de ismini, Sultan III. Mustafa’nın Sadrazamlarından Moldovanlı Ali Paşa’nın mührünü taşıyan Ahmet Efendi’den almış.  Mühürdar Ahmet Efendi 1770 yılında günümüzde Mühürdar olarak bilinen bu bölgeyi bağlık yapmıştı, sonraki yıllarda semt Mühürdar bağları olarak anılmış, bilinmişti.

Mühürdar’dan Kadıköy görüntüsü, Gravür 1825






Mühürdar Yalısından (sahil) Kadıköy’e doğru iki farklı görünüm
(ufukta Selimiye Kışlası görülebilmekte)
Kartpostallarda görülen üç katlı ahşap beyaz ev, Galata’da pazarlamacılık yapan ve Boğazdaki yalısı ile meşhur Kont Ostrogot ile akrabalığı olduğu söylenen Zaharof isimli bir tüccara aitmiş. Denize çok yakın olan köşkün Mühürdar tarafında bir de iskelesi varmış ve bu iskeleden işe kendisine ait bir buharlı tekne ile (istimbot) gider, gelirmiş. Zaharof’un dillere destan güzellikteki eşinin ise Anadolu Bağdat Demiryolları’nın işletmecisi Edouard Huguenin ile bir dönem fazlaca dedikoduları yapılmış. Zaharof öldükten sonra ailesi beklenmedik bir şekilde ekonomik sıkıntıya düşmüş ve köşkü satmışlar, satıldıktan sonra yıktırılan köşkün yerine ve arazisine apartmanlar yapılmış ancak demir parmaklıkları paslanmış olsa da iskelesi uzun yıllar dayanmıştı. Sonraki yıllarda Mühürdardan başlayarak Kadıköy’e doğru deniz doldurulunca, “Zaharof İskelesi” adıyla anılan iskelesi de yok olmuştu. 
“Zaharof Kıyısı” Mühürdar Yalısından (sahil) Kadıköy’e doğru bir görünüm, iki farklı kart
(arka planda Selimiye Kışlası görülebilmekte)
“O dönemde Zaharof kıyısı, bugün Mühürdar’dan Moda’ya kadar olan kıyı bir cennet gibiydi. Benim denizle karşılaştığım yer adeta bir tapınaktı, Arto’yla kaçar orada buluşur ve Ece Ayhan’ın dediği gibi sivil olarak denize girerdik. Çünkü donlarımız ıslanırsa annelerimiz anlayacak denize girdiğimizi, dayak yiyeceğiz. Arto’nun bir anneannesi ya da babaannesi (yayası) vardı, çok tatlı bir hanımefendiydi, çok yaşlı bir Ermeni hanım. En korkunç yaramazlığımızda bile fiske vurmaz, çaresiz bir sesle ‘ah, mega asdıvadz! Ahh mega asdıvadz!’ derdi. ‘Ahh, yüce Allahım!..’ Ama öcünü de alacaktı... Bir gün bizi Zaharof kıyısına kadar izlemiş... denize girince eşyalarımızı alıp kaçmış. Biz denizden çıktık, Âdem Baba olarak kaldık. Önce çalındı sandık. Sonra ne yapacağız diye düşünmeye başladık. Zaharof’tan çarşıya kadar yürümek için uzunca bir Mühürdar Caddesini geçmeyi göze almak, çarşının içinden sivil olarak geçmek gerekiyor. Beş-altı yaşındayız, ne yapacağımızı şaşırdık. Sonra sağa sola bakındık. Gazeteyle bir defile yapılmışsa ilk yapan bizizdir. Arto’yla bir yerlerden gazete parçaları bulduk, gazeteleri giyinerek çarşıya girdik. Çarşıda alkışlarla kahkahalarla karşılandık tabii ki...”
Hulki Aktunç - “Yoldaşım 40 Yıl” / Say Yayınları, İstanbul 2008
 
1857



1910

İstanbul’un düşman kuvvetleri tarafından işgal edildiği yıllarda, İngilizler birçok yerde yaptıkları gibi İzzet Mühürdaroğlu’nun oturduğu binayı da işgal etmişler, işgal kuvvetleri burada Yunanlıların Anadolu’da bozguna uğramalarına kadar kalmış, İstanbul’dan ayrılırken evi ateşe verip gitmişlerdi. Koskoca bina yok olmuş, ancak Küçük Moda’dan Zaharof İskelesine kadar inen bol ağaçlıklı bağı ve bahçesi kalmıştı.




Mühürdar Bahçesi ve günümüze yetişemeyen köşkler


Konağın deniz (yalı) tarafında kalan geniş ağaçlıklı bahçesine, 1928 yılında İstanbul’u Foxtrot ve Charleston (Çarliston) gibi danslarının bir çılgınlık halinde sardığı sıralarda, İmrozlu (Gökçeada) olan Konstantinos Koço Korontos isimli bir Rum, Mühürdar Gazinosu’nu açmıştı. Gazino, Mahmut Muhtar Paşa Köşkü’nün Hacı İzzet sokağa açılan kapısının karşısına düşmekteydi.
Şeref Akdik’in fırçasından Mühürdar Bahçesi, 1945
Elektriğin henüz olmadığı o yıllarda Kadıköy’de kendi elektriğini üreten üç yerden biriydi “Müsü” Koço’nun Gazinosu ve kısa sürede ünlenmişti. Kadıköy’lüler akşam oldumu dans etmek için ya Mühürdar Gazinosu’na veya Fenerbahçesi’ndeki Belvü Gazinosu’na koşarlardı. Koço 1936’da Mühürdar’dan ayrılıp Kadıköy Postanesi’nin olduğu yerde bir işletme açar ancak 1950’de dayanamaz ve tekrar Moda’ya dönerek Moda İskelesi’ndeki ayazmanın üzerine başlangıçta kır kahvesi olarak “Moda Park Lokantası”nı inşaa eder ve 1954’de açarak ölümüne kadar işletir. Ölümünden sonra lokantayı devralan Gökçeadalı Atanaş Cano ile Stelyo Mavro 1980’e kadar işletirler ve yaşlılık nedeniyle eski aşçılarından Şeref Yavuz, Hilmi Suna, Fahri Şeker ve Mustafa Yılmaz’a devrederler. Hala resmi adı “Moda Park Lokantası” olan restoran daha ziyade kurucusu olan “Koço”nun adıyla anılmakta, Koço olarak bilinmektedir.

Mühürdar Bahçesi
Mühürdar Gazinosu, gençlerin ve yaşlıların dans edip eğlendiği, akşamüstleri oturup dinlendiği renkli bir kuruluş olarak yaşamış, Koço’nun gitmesiyle aynı yerde açılan çay bahçesi eski günlerin zevk ve heyecanını artık yaşatamamıştı.

“26 Mart 1951 günü, Münevver Andaç, özel bir klinikte, mavi gözlü, sarı saçlı bir oğlan doğurdu. Mutluluktan göklere uçan Nâzım Hikmet, cezaevindeki kanaryasından sonra, gururla kucağına aldığı gürbüz bebeğine de, 4 yaşından 24 yaşına kadar, 20 yıl babalık ettiği üvey oğlunun adını verdi : Memo, Memet... Nâzım bebeğin üstüne titriyor, annesinden başka birileri altını değiştirecek olsa hemen başlarına dikilip yanlış bir şey yapmamaları için izlemeye başlıyordu. 
Karı koca havanın güzel olduğu günlerde Memo'yu arabaya koyup Mühürdar Bahçesi'ne götürüyorlardı. Üç kişilik mutlu bir aile olmuşlardı. Nâzım'ın yurt dışına kaçmayı düşünmediği açıktı.
Yaşamlarında kimseyi ilgilendirecek, tedirgin edecek bir şey yoktu. Gene de her hareketleri polislerce izleniyordu. Alışmışlardı artık bu sinir bozucu gözlenmeye.” 

Mehmet Fuat - “Yaşam Öyküsü /NÂZIM HİKMET”
Adam Yayınları 3. basım, 2001


Mühürdar Bahçesi’nde 1951 Haziranı :
Münevver, Müzehher Vâ-Nû, Nâzım Hikmet, Zekeriya Sertel, Renan,
bebek arabasında Memet
Nazım Hikmet 1950’deki özel afla serbest kalınca Münevver (Andaç) Hanım ve yeni doğan oğlu Memed Nazım Mühürdar’da bir apartmanın zemin dairesinde oturmuşlar, Nazım Hikmet Memed doğduktan üç ay sonra kaçmak zorunda kalmış, 17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzenlemek amacıyla Ankara’ya gideceğini söyleyerek evden ayrılmış, 20 Haziran 1951’de Romanya’ya vardığı haberi Bükreş Radyosu’ndan öğrenilmişti.
Şeref Akdik’in fırçasından Mühürdar Bahçesi, 1950

“Yetmiş çeşit milletten insanın hep birden eğlendiği bu birkaç yüz metre uzunluğundaki cadde, kendi tevekkülünün ve ıstırabının gecesine kapanmış eski İstanbul’un yanı başında bugünün egzotik romanlarında hikâyesini okuduğumuz bir nevi Şanghay veya Singapur gibi asıl maddesine çok derinden yabancı, haşin, köksüz ve gürültülü parlıyordu. Fakat İstanbul’un neresi eğlenmiyordu? Üsküdar iskelesinin hüzünlü manzarası birdenbire bir şehrâyin olmuş, Kadıköy, iskeleden başlayan bir yığın eğlence yeri ve barla dolmuştu. Mühürdar Bahçesi, -o zamanlar Moda bugünkü gibi parlamamıştı- çalgısıyla, eğlencesiyle İstanbul’un en uzak yerlerinden müşteri çekiyordu.”

Ahmet Hamdi TANPINAR / “Sahnenin Dışındakiler” sf.231-232




Daha sonraki yıllarda parsellenen bu büyük bahçenin arazisinde, günümüzde birçok sokak ve apartman yer almaktadır. Rıza Paşa* Sokağı ve 27 Numaralı Art Nouveau Ev de sözkonusu olan bu arazi içerisindedir.

*Hasan Rıza Paşa ya da Cihan Seraskeri Rıza Paşa 1809 doğumlu, Osmanlı Devleti’nin en yüksek askeri rütbesi olan Seraskerlik rütbesine ulaşmış bir asker ve çeşitli hükümet nazırlıkları ve valiliklerde bulunmuş bir Osmanlı devlet adamıydı.

İlk önemli görevi 1840 yılında üstlendiği Hassa Ordusu komutanlığıdır. 1841 yılında bu göreviyle eş zamanlı olarak Hüdavendigar Valiliğini de üstlenmiş, 1843 yılında ilk kez Seraskerliğe atanmıştı. Hayatı boyunca 8 kez seraskerlik yapmış olan Rıza Paşa, 3 kez Tophane Müşiri görevini yürütmüş, bir kez de 1853 - Ocak 1854 tarihleri arasında Kaptan-ı Derya’lık ünvanını taşımıştı.

1841-1843 ve 1849 yıllarında 2 kez Hüdavendigar, 1849-1850 yıllarında 1 kez Selanik Valiliği yapmış,  6-20 Ekim 1876 tarihleri arasında 2 kez Ticaret Nazırlığı, Şubat-Haziran 1873 ve Kasım 1875-Ocak 1876 tarihleri arasında da 2 kez Bahriye Nazırlığı yapmıştı.

Hasan Rıza Paşa, 15 Haziran 1876 gecesi Çerkes Hasan’ın Mithat Paşa’nın konağını basarak 4 kişiyi öldürdüğü hükümet toplantısına katılan devlet adamlarının arasındaydı ve Mithat Paşa’yla birlikte kaçıp bir odaya saklanarak suikastten kurtulmuştu. Ertesi yıl Meşrutiyetin İlanı üzerine kurulan Meclis-i Ayan’a üye tayin edilmiş, aynı yıl içinde de vefat etmişti.

Türkiye Sigortacılar Daire-i Merkeziyesi adına 1895 yılında İstanbul Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde eğitim görmüş olan Hırvat asıllı Topoğraf Jacques Pervititch tarafından 1938 tarihinde tanzim edilmiş Kadıköy-Mühürdar ve Küçük Moda paftalarında, Mühürdar Bahçesi, Mahmut Muhtar Paşa Konağı ve Rıza Paşa Sok. No:27 Art Nouveau Ev.
Günümüz uydu haritasında, Mahmut Muhtar Paşa Konağı ve Rıza Paşa sok. No:27
Kabaca şöyle bir bakıldığında 27 numaralı o küçük evin ölçeğinde başka bir örneğin hemen hemen kalmadığı rahatlıkla görülebilmekte bu uydu görüntüsünden.
Rıza Paşa Sokak No:27
Zamanın tüm tahribatına ve özensiz kullanıma rağmen zerafetini kaybetmemiş olan
ve bir kat yüksekliğinde çatı tacına kadar devam ettirilmiş floral desen.

“Yıllar yıllar öncesinin Kadıköy’ünde Mühürdar çay bahçesinde (orası artık yok) bir yerlerden bulup buluşturduğu bir kitabı, Sokak Kızı’nı kendinden geçercesine okuyup duran o kız, kitapların bu denli canlı oluşuna hayret ediyor. Ne acılar, ne umutlar, ne sevgiler...

Kurduğu coşkulu hayallerin içinde yazar olma gibi bir düşüncenin esmediği bir kız o. İlkyaza özgü erik baharı esintili serinlik, uzak limanların ağır tonajlı yük gemilerinin denizi aşıp limanı saran tok sesleri, Haydarpaşa Garı’nda Anadolu’ya yol alan trenlerin kalkış uyarıları... Tüm bunlar okuduğu sayfalara nasıl da denk düşüyor.

Okuma ve resim çizme özentisini ya da tutkusunu (Onun resim malzemeleri nasıl da alçakgönüllüydü!) çay bahçesindeyken daha da güçlü duyumsuyordu. Sık sık çıkıp gelen bu müşteriyi (!) Mühürdar çay bahçesinin işletmecileri pek umursamıyorlardı. O, her gelişinde en dip masaya yönelip oturuyordu. Gerçek müşterilerin seçmedikleri bir masaydı orası. Karşı kıyının görkemli tarihi kesiti o noktadan kırılıp tümüyle görünmüyordu çünkü. Çay bahçesinin kişileri, kolunun altına sıkıştırdığı –günümüz ölçüsüne vurursak A4 boyutundaki– kapağı örselenmiş saman kâğıdı defteriyle, cebinde taşıdığı kurşunkalemleriyle arada ressamlığa da özenen bu yeniyetmeyi sevimli bile buluyorlardı sanırım. Tek yaptıkları, öteki masaların çevresine yerleştirdikleri ikili üçlü iskemlelere karşı dip masada tek bir iskemle bırakmalarıydı. Belli ki o semtin çocuğuydu. Ona akrabaca davranmaya karar verdikleri anlaşılıyordu. Garsonlardan hiçbiri gelip de ‘Ne isterdiniz?’ diye sormayalı iki bahar, iki yaz geçmişti.

Sokak Kızı kitabının ilk sayfasına bakmayı kitap bitince ancak akıl edebilmişti o. Yazan ‘Panait Istrati’, çevirense ‘Yaşar Nabi’ yazılıydı. Öylesine şaşırmıştı ki, demek yazan yabancıydı ve kendi dilinde yazmıştı elbette. Peki, nasıl oluyordu da okurken bir yabancı dilden çevrildiğini ayırt edemediği denli sahicilikle akıyordu her sözcük. Üstelik anlatımın sıcaklığı, hüznü... Anında ezberleyiverdiği, sonra da hiç unutmadığı nakarat:

Deniz kenarında kumsalda

Nerrantsula fundoti!

Bir bakire eteğini çitiliyordu

Nerrantsula fundoti!

Çocukluk, tatlı ve zavallı çocukluk.

İşte bu satırlarla uzayıp giden kitap içime işlemişti. O anlarda ‘Istrati’nin yazdıkları okuduklarımın aynısı mıdır?’ diye bir soru aklıma gelmemişti. İleriki yıllarda bu tür sıradan kuşku yüklü soruları hak eden çevirileri de okumaya çalıştım. Pek başarılı olamadım. Yetkin çevirilerin bana sunduğu unutulmaz serüvenlere doğru hevesle yola çıkan ben onlara dayanamıyordum.” 

Füruzan / Kâmuran Şipal’i Selamlamak 

Daha sonraki yıllarda çatıya eklenen bir çatı katı tacın etkisini zayıflatmış
Birinci katta yer alan ve bir üst katta balkon olarak kullanılan çıkma
Art Nouveau’nun tüm estetiğini gözler önüne sermekte.
Balkon korkuluğundan detay
Giriş katının sağ ve sol başında yer alan kadın büstü (sağ)
Giriş katının sağ ve sol başında yer alan kadın büstü (sol)
Birinci kat çıkmayı taşıyan konsollar
Birinci Kat penceresinden detay

Çatı tacından detay




Giriş Kapısından detay
Giriş Kapısından Art Nouveau
Fer Forge detay
Giriş Holünün yerlerindeki Özel üretim
“Karosiman” çimento karolar

K A R O S İ M A N

Türkiye’de “Rum Karosu” olarak da tanınan ve çimentodan yapılan renkli ve desenli Karo Çiniler, 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa ile ilişkilerini kopartmamış Levanten aileler tarafından ithal edilerek, dünyadaki kullanımıyla paralel olarak, hemen hemen aynı zamanlarda, öncelikle İzmir ve İstanbul olmak üzere Osmanlı topraklarında kullanılmaya başlanmıştı.



Çimento, ilk patenti 1796’da alınmışsa da fabrikasyon olarak üretimi ancak 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, 1824 yılında Joseph Aspdin’in “Portland Çimentosu” adıyla aldığı patentle ilk kez İngiltere’de üretilmiş ve yapı malzemeleri arasına katılmıştı. Başlangıçta yığma harcı olarak kullanılmaya başlayan bu yeni malzemenin çok geçmeden gerçek potansiyeli anlaşılmış, on yıl gibi bir kısa sürede, 1850’li yılların başlarında, Fransa’nın orta güney doğusunda Fransa’nın ilk çimento fabrikasının bulunduğu Auvergne-Rhône-Alpes bölgesine bağlı Ardèche ilinde bulunan Viviers adlı bir köyde başlayan çimento karo üretimi, kısa sürede Lyon’dan Marsilya’ya kadar yayılmış, birkaç yıl içinde de İspanya ve Portekiz gibi komşu ülkelere de geçmişti. Fransa’da “Carreaux de Ciment” adıyla üretilen karolar, karo dö siman okunuşuyla dilimize geçmiş ve giderek de devşirilerek “Karosiman” olarak mimarlık literatürümüze yerleşmişti.    


1870’lere gelindiğinde Barselona [burada İspanyol mimar Antoni Plàcid Guillem Gaudí i Cornet (1852-1926) ya da bildiğimiz adıyla Antoni Gaudí’nin katkılarını unutmamak gerekir], Lizbon, Cenova, Napoli ve Selanik gibi şehirler, özgünleşen kendilerine özgü desenleriyle malzemenin en güzel örneklerinin üretildiği merkezler olarak öne çıkmaya başlamıştı.


Karosiman Osmanlı topraklarına da ilk kez, Levantenlerin inşaa ettirdikleri özel binalarında kullanılarak girmiş, 19. yüzyılın son çeyreğine doğru, özellikle Selanik ile bağlantılı Rum zanaatkârlar sayesinde, başta İstanbul ve İzmir’de de üretilmeye başlanmıştı. Karosiman’ın “Rum Karosu” olarak adlandırılması da bundandır. Rumlar dışında, yapı zanaatlarındaki hünerleri bilinen Ermeni ustalar da karosiman üretimi yapmışlardı.

Genellikle 20 cm x 20 cm boyutlarında üretilen Karosiman’ların

kalınlıkları da çoğunlukla 2,2–2,5 cm arasında olur. 


Çimento, mermer tozu, ince kum, pigment olarak ince öğütülmüş doğal taş (kuvars, granit, bazalt, kalsit vb.) ve doğal oksit boyalar kullanılarak üretilen karosiman’ın üretim sürecinde yoğun bir emek söz konusudur. Karosiman, hamur malzeme çok iyi bir biçimde karıştırıldıktan sonra el yapımı özel kalıplara tek tek el ile dökülüp, preslerle sıkıştırılarak üretilir. Pigment katılmış akışkan kıvamdaki hamur malzemeyi kalıplara düzgün biçimde dökmek için

bakırdan yapılmış “kasavra” adı verilen, yandan saplı, ucu daralan kepçeler kullanılır. İnce işçilik gerektiren kalıplara döküm işi dışında, hamur malzemeyi homojen karıştırmak, doğal pigment olarak granit, bazalt gibi sert taşları ince öğütmek, bitmiş karoları preslemek gibi işler için makine kullanılsa da zamanında bu makineler büyük ölçüde kol gücüne dayandığından, malzemenin üretim süreci oldukça zahmetli ve yorucu oluyordu.



Karosiman’ların üretim sürecinde iyice preslenmesi yüzeyi düzgünleştirmek, pigment tabakasını zemin tabakasına gömüp kaynaştırmak dışında emicilik katsayısını düşürmek de bir gerekliliktir.














A N I

Ne zaman Mühürdar’a gelirsem Çin’den,
Bir güzel susmak geliyor içimden...

Bir kız sevmistim, gıllı gışlı,
Yuvamı yapan bir kırlangıçtı;
Aklımı kaçırıp kaçırıp kaçtı...

Üç güzelden ikincisiydi cadı,
Ne çektim bilir Hadi’yle Sadi;
Karnımdaki geçmiş çocukmuş tepti...

İşe bak, köşeyi dönerken şimdi,
Karşıma çıkar diye kalbim hop etti...

Ne zaman kendime gelirsem Çin’den,
Bir güzel susmak geliyor içimden...

Can Yücel




Sokağa adını veren Tophane Müşiri Rıza Paşa, Mühürdar semtinde 1861 senesinde, günümüzde kendi adıyla anılan Rıza Paşa Sokak’ta ve Rıza Paşa Karakolu’nun karşı köşesinde yer alan çeşmeyi yaptırmıştır. Çeşme, 1955 senesinde tescil edilmiş, 1986 senesinde Kadıköy Belediye Başkanlığı tarafından restore ettirilmiş, 1994-1995 senesinde Mühürdar Lions Kulübü Derneği tarafından onarılmıştır.
Hasan Rıza Paşa (Mühürdar) Çeşmesi 1955


Hasan Rıza Paşa (Mühürdar) Çeşmesi
Hasan Rıza Paşa (Mühürdar) Çeşmesi 1955 yılından beri
yaklaşık bir 30 cm. kadar daha toprağa gömülmüş.
“O zamanlar bugünkü stres yoktu, çünkü bugünkü sürat yoktu. Yaşantı sakindi. Feneryolu’ndan Kadıköy’e yürüyerek gidilirdi. Kimse de şikayet etmezdi. Zaten ulaşım için at arabaları vardı. Otomobil yok gibi bir şeydi, bilemediniz on tane. Arabacılar da müşterilerini tanır, bilirlerdi. Koşuşturma yoktu, mesele buydu. Saat öğlen bir civarında Kadıköy’den kalkan bir vapur vardı. O vapur hanımların defile yeriydi. Hepsi en şık kıyafetlerini giyer, İstanbul’a alışverişe inerlerdi. Kalbürüstü hanımefendiler vapurun lüks mevkiinde otururlardı. Bunların çoğu da Moda’dan olurdu genellikle. Defilenin mankenleri daha çok Moda halkından çıkardı yani. Kahraman Pasajı’ndan veya bilindik başka birkaç yerden alışveriş yapıp geri dönerlerdi. Kaybettiklerimizden bir tanesi de budur mesela. Bunlar artık yok...”

Yaz günleri özellikle akşamları halkın en büyük eğlencesi Kuşdili çayırına çıkmakmış. Daha evvelce popüler olan Haydarpaşa çayırıymış ama Müfid Ekdal’ın zamanına gelene kadar epey ufalmış. Kuşdili, akşamüstü rahatlığını temin eden yerlerdenmiş ve o dönemde de orası popüler olmuş. Hanımefendiler üzerine oturmak için seccadelerini yanlarına alıp çocuklarının da bu esnada özgürce dolaşmalarını temin ederlermiş. Cambazlar gözteri yaparmış. Hamdi Bey’in gazinosu ve Kuşdili sineması da diğer önemli eğlence mekanlarıymış. Aslında sinema olarak değil, tiyatro olarak yapılmış. Burası Komik Cevdet’in de sahne alıp gösteriler yaptığı yer. Akşamdan sonra dondurmacı, kağıt helvacı ve koz helvacı çayırın en revaçta olan satıcılarıymış. Halk bunlarla meşgul olurmuş. Çarliston modasının başlamasına kadar da bu böyle gelmiş.

Hamdi’nin Gazinosu

Hamdi’nin Gazinosu, Kuşdili çayırında, dere kenarındaki ağaçların bulunduğu araziye kurulmuş yazlık bir bahçe aslında. Hamdi Bey tarafından işletilen bu bahçe, bi zamanın en gözde eğlence mekanı. Kapısında “Gülistan Gazinosu Hamdi Bey İdaresinde” levhası bulunan gazino, Kadıköy’de çok az yerde bulunan elektrikle aydınlatılıyor. Her yere elektrik çok sonra gelmiş zaten. 1927 yılına kadar akşamları ve geceleri aranılan bu yer deresi, sandalı, mehtabı, içkisi, musikisi ile isim yapmış. Geniş bir icra heyeti varmış. Kemani Tatyos, udi Arşak, kanuni Armenak, hanende Antranik, Markar… Sandalla dolaşanlar dereden, Kuşdili çayırında gezenler de karadan, akşamları yavaş yavaş doldururlarmış gazinoyu.

Dans modası çıkınca, gazinonun müşterileri Belvü ve Mühürdar’a rağbet etmeye başlamış. Gece yarısına kadar pistlerde dans edip eğlenen bir nesil doğmuş böylelikle. Ud, klarnet, tambur ve kanunun yerini, saksafon, bateri, trompet ve piyano almış. Çarliston modası bulaşıı bir hastalık gibi yayılmış ve bütün İstanbul’u süratle sarmış. Yaz günlerinin öğleden sonralarında çoğunlukla evlerde toplanılır ve dans edilir, ardında da gazinolara koşulurmuş.

“Çarliston modası çıkınca burası alaturka bir yer olarak düşünülmeye başlandı. Sahne vardı, müzisyenler hem meze yer, hem içer hem de çalarlardı. Mühürdar Gazinosu ve Belvü Gazinosu Hamdi’nin yerini aldı. Çarliston korkunç bir atılımdı. Onun kadar yaygın bir moda olmadı. Bu, halka inmiş bir şeydi. Tam bir patlamaydı. Evlerde herkes dans ediyordu. Kavalye bulamayan bir sandalye kucaklar, evinde dans alıştırmaları yapardı. Elektrik yoktu. Gramofon vardı o zaman, o çalınırdı. Mahallenin bütün genç kızları ve erkekleri akşamüstü olunca yerlerinde duramazlardı.”

Tabii bu dans çılgınlığı Hamdi Bey’i son derece olumsuz etkilemiş. Onun eğlencesi bu yeni akıma ters düşmüş. Hamdi Bey bir pist yaptırıp modaya uymak istediyse de olmamış, kimseler uğramamış. O da alaturkacılıkta bir reforma girişmek istemiş. Geniş bir saz ekibiyle anlaşmış. Dönemin en meşhurlarıyla. Paralarını da peşin ödeyerek, hatırı sayılır bir reklamla halka dağıtmış. Önemli gün gelip çattığında yağmur başlamış ve tüm gün sürmüş. Gazinonun kapalı yeri olmadığından kimse uğramamış. Müzisyenler dağılmış. Ertesi hafta için aynı organizasyonu yeniden yapmış Hamdi Bey. Ancak ne hazin; aynı yağmur, aynı sel. Yağmur kesintisiz tüm gece sürmüş. Üçüncü hafta yine aynı şeyler yaşanmış. Hatta bu sefer hava daha sabahtan bulutlanmış. Bu şiddetli yağmurun altında, Hamdi Bey’in iki kolunu havaya kaldırıp: “Uğraşma benimle” diye haykırışı, duyulan son sesi olmuş. Ertesi sabah erken saatlerde gazinonun bahçesinde bir ağaca kendini asmış olarak bulmuşlar onu.

Müfid Ekdal’ın Kadıköy’ü, Ağustos 1998, İstanbul Life